beşini altısına bağlayan gece üç kişilik bir parti veriyorum: ben, nüfus cüzdanım ve merlot şarabım... otuzuncu yaşımı kutluyorum. hayattaki otuz yılımı.. otuz yıllık başarısızlığımı... geriye dönüp baktığımda -ki daha önce hiçbir doğum günümde bunu yapmamıştım, benim için geçmiş geçmişte kalır çünkü- otuz yıl, "başını suyun üstünde tutma çabası" ile debelenerek geçmiş.
ama en önce; kendimle, etrafımdakilerle ve yaşamın bana getirdikleriyle mücadele etmeye başlamadan çok önce yalnızlıkla tanıştım... şu şarkıdaki gibi: yalnızlık benim eski sevgilim... ufacıktım; kocaman bir ailenin, arkadaşların, yaşıtların, sazın sözün ortasından kepçeyle alınıp ruhsuz, duygusuz, renksiz, neşesiz bir şehre göç etmek zorunda kaldığımda. unutamam, kapının önünde "birileri geçse de oynasam" diye beklediğimi. çabuk öğrendim -bir çocuk için zaman diye bir şey yoktur oysa ki- ve ilk arkadaşlarıma, kitaplarıma geri döndüm.
kitaplarım....
ilk gerçek dostlarım... beni ben yapan en büyük alışkanlığım, kanım, canım... bana kendi kendimin tek gerçek arkadaşı olabileceğimi öğreten bilgeler, bilgiler, sözcükler, saman kağıdı kokusu, mürekkebin ruhu... ilk ve tek gerçek başarım budur benim... küçücükken, bir kibrit kutusu büyüklüğünde, anneannemin işlediği mendiller gibi katlanıp cebe konabilecek kadar küçükken okuma yazmayı sökmek, yaptığım tek gerçek şey. sonrası gerçeğin eğilip bükülmesi, şekilden şekilde, renkten renge büründürülmesi, anlamlı bütünlerin anlamsız parçalara bölünmesi ve anlamsız parçaların yine anlamsızca bir araya getirilerek yeni dünyaların vücuda getirilmesi. ben okuma yazma öğreneli yirmi altı yıl oldu. o bahçe kapısının önünde beklerken yapmayı öğrendiğim şey tam yirmi altı yıldır benimle. yirmi altı yıldır, ne zaman kendimi yalnız, üzgün, güçsüz, umarsız hissetsem, ne zaman canım yansa sözcüklerin serin gölgesinde kendim için yarattığım yeni dünyalara kaçtım, orada saklandım, saklanıyorum... ölüyorum, diriliyorum, aşık oluyorum, seviliyorum, hayat kurtarıyorum.... hala... yirmi altı yıldır... hala...
sonra ilk gençlik... sevgili ortaokul yıllarımın ilki daha derin yalnızlıkların içinde, yalnız olduğum yetmezmiş gibi erken gelişmeye başlayan bedenime alışmak ve ondan daha da önce tomurcuklanan aptal ruhumun sesini dinleyerek geçti. daha yalnız, uğradığı metamorfozun başına ne işler açabileceğini sevgili dostları kitaplardan en ince ayrıntılarına kadar öğrenmiş, bilgiden ışıl ışıl aydınlanmış bir halde tek başına bir garip varlık... günlük tutmaya ilk o zaman başladım ben: sene 1994.
sonra ufaktan dönen şans ve sevgili şehrime geri dönüş. ama ne şehir bıraktığım şehir, ne geride bırakılanlar hala aynı ne de ben... şehrimi terk ettiğimde yalnızlığa alışmam gerekmişti, geri döndüğümde ise yalnız olmamayı, başka insanlarla bir arada yaşamayı öğrenmek zorunda kaldım. başaramadım. uyum sağladım; arkadaşlarım oldu, gezdim tozdum, insanlarla konuşmayı, konuşurken gözlerinin içine bakmayı, yalakalık yapmayı, gerektiğinde kendimi savunmayı öğrendim. o kadar yıl tek başıma, apartmanın aydınlığına bakan karanlık odamda -ki karanlıkla hukukum çok daha eskiye dayanır. doğduğumda beni yatırdıkları odanın koyu bordo renkli perdeleri hala odamın penceresinde asılıdır. otuz yıldır... hala...- okuduğum onca kitabın faydasını gördüm, öğretmenlerimin göz bebeği oldum, bayramlarda şiirler okudum, piyesler oynadım, resim yarışmaları kazandım, hiç kimseyi tanımak zorunda kalmadım ama herkesi beni tanıdı, okul birincisi oldum, erkek arkadaşlarım oldu, olamayanlar şiirler yazdı, mektuplar yazdı -bazılarını hala saklıyorum-. uzun lafın kısası, hapsolduğum hücremin kapılarını açtım ama sadece canım istediğinde, canım istediği kadar dışarı çıktım kimsenin içeri girmesine de izin vermedim. evet, uyum sağladım ve inkar edemem, çok şey öğrendim, o yaştaki bir çocuk için hayat ne anlama geliyorsa öğrendim ama yalnızlığımı terk edemedim... eski sevgilim benim...
ilk gençliğin ikinci perdesi; ilkinin aksine ışıltılı bir hollywood romantik komedisi değil, arabesk türk filmleri gibiydi. hem acıklı hem komik: trajikomik. orta okulun pırıltısı yerine lisenin tutunma çabalarıyla dolu, eziyet günleri. sudan çıkmış balığa dönmüş, kendini birilerine kabul ettirmeye çalışan bu garip varlık, yaşadığı gençlik bunalımları az gelirmiş gibi ailesinin bozulan ekonomik durumu ve sırf psikolojisi bozulduğu için aldığı kilolarla da uğraşmak zorunda kaldı. murphy kuralları içine bu da dahil mi bilmem ancak tecrübeyle sabittir ki umutsuzca bir şeyleri oldurmaya çalışmak, daha fazla umutsuzluk ve daha fazla sorundan başka bir şey getirmiyormuş. tüm bu çabaların, uğraşların, "bir şeyleri oldurmaya çalışmalar"ın ben de bıraktığı hasar, tam başımın üzerinde patlayan bir atom bombasının yaratacağı etkiyle aynı oldu. abarttığımı düşünebilirsiniz, düşünün. ama içimin nasıl parça parça olduğunu, tutmaya çalıştığım herşey ellerimin arasından kayıp giderken, istediğim hayat gözlerimin önünde parçalara ayrılırken kanayan yaralarımı bile saramadım. gençlik saçmalıkları deyip de bir yana bırakırsak bütün bu duygusal dalgalanmaları, en fazla canımı yakan babamın çalıştığı iş yerinin mali dar boğaza girmesi ve canım babamın emeklilik tazminatı dahil, onca yıllık emeğinin, bu lanet çarkın dişleri arasında eriyip yok olmasıydı. aradan 15 yıl geçti neredeyse ama biz hala, o ilk günlerin sancılarından geriye kalanları çekmeye devam ediyoruz. lise 1 e başladığımda derslerim çok iyiydi. iyi bir dershaneye de yazılmıştım. sosyal açıdan pek değil belki ama ders konusunda yine yıldız ya da inek öğrenci olmaya adaydım ama girdiğimiz ekonomik sıkıntının etkisi, dershaneyi bırakmak zorunda kalmak ve üniversite sınavlarına desteksiz hazırlanmak, çoğumuz için geçerli olduğu gibi, istediğimden çok daha farklı bir bölümde okumama neden oldu.
bunalımların, sıkıntıların, çok ders çalışıp düşük not almaların ardından zor da olsa üniversite kapısından içeri girme sırası bana da geldi. bu dönemde moral denen şeyin ne kadar önemli olduğunu anladım. neredeyse hiç ders çalışmadan, sınavlara, aynı gün (bir gün öncesinden bile değil) hazırlanarak girmeme rağmen notlarım hep iyiydi. dereceye oynuyordum ki, öğrencilerinin dört senede okulu bitirmelerine gönlü razı olamayan bir eğitimci (!) tarafından bütünlemeye bırakılmak suretiyle derecemden oldum. okul hayatımdan geriye karaktersiz bir sevgili, bolca tanıdık ve kocaman yürekli iki güzel dost kaldı. genel olarak değerlendirecek olursak bu dönem de "ayakta kalma" mücadeleleriyle geçti.
hayat v.s. mavi üçüncü rauntta "elin ekmek tutsun" savaşı vardı. uzatmaya gerek yok aslında. hepimiz bu ülke ekonomisinin ne halde olduğunun farkındayız. kaliteli işsizler ordusunun en yeni elemanı olarak evimin baş köşesindeki koltukta ve televizyonun karşısında yerimi almam uzun sürmedi. 2,5 yıl boyunca uğraş, dur, eline hiçbir şey geçmeyince tekrar okula dön. topu topu bir ay hazırlan, birincilikle gir, birincilikle mezun ol ve 2007'den beri kadro bekle. sayılamayacak kadar çok hata yaptım şu hayatımda ama en çok pişman olduğum, mezun olduktan hemen sonra okula başvurmamak oldu. şimdiyi, geçmişin hatalarına yanarak harcayan biri değilim, ama bu "acı" gerçek aklıma her geldiğinde ağlamamak için zor tutarım kendimi.
çok uzattım lafı, farkındayım. az kaldı, sabret okur. öyle veya böyle, hayat bir şekilde akacak bir yol buluyor kendine ve geriye dönüp baktığımda başarı sandığım şeylerin aslında ne kadar önemsiz şeyler olduğunu, kendimi "başarmış" olarak görmemi sağlayan faktörün ise başta anne-babam olmak üzere çevremdeki insanların benimle gurur duyması olduğunu fark ettim.
asıl başarı, "tesadüfen önüne çıkan fırsatları değerlendirmek değil, kendi isteklerini, hayallerini gerçekleştirmekmiş". işte bu yüzden bu kadar üzgünüm bugün. elle tutulur hiçbir şey yapmamışım kendim için. yoluma çıkan fırsatları değerlendirmişim sadece.
sen benim yaptığımı yapma okur. dileğin, isteğin neyse, nasıl hayatsa yaşamayı arzu ettiğin onun için çalış..
pic: lonely by chelx
0 yorum:
Yorum Gönder